Bundan yalnızca bir sene önce ben de beyaz yakaydım. Şu an yaşadığım hayatı, elimdeki avantajları ve türlü türlü sıkıntıları birisi bana bir sene önce anlatsaydı, empati kurmakta zorlanır, anlayamazdım. Evel ezel empati yeteneğimin olduğunu, insanları iyi anladığımı söylerler. Ama inanın, bu öyle farklı bir süreç, öyle farklı bir kafa ki, gerçekten içine girmeden, yaşamadan anlamak epey zor.
En güzeli
örnekler üzerinden aktarmaya çalışmak sanırım..
1)
Çalışma
Alanı
2005’te
üniversite 3. Sınıf öğrencisiyken full time çalışmaya başladım ben. Okula
gitmek yerine işe gider, okulu bitirebilmek için sadece sınavlara girer,
ödevleri yapar, bir şekilde idare ederdim.
Ta o
günlerden beri, çalışma alanım benim için çok önemliydi. İşe hiçbir zaman
başlangıç saatinden erken gelen bir çalışan olmadım. Hep ya tam vaktinde, ya da
5-10 dakika rötarlı gittim. Önce bilgisayarımı açmam, kahvemi almam, toplantım
yoksa lavaboya gidip makyajımı yapmam gerekliydi. (Allahın sarışını işte) Her
şey hazır olduğunda ancak mail kontrolüne başlayabilir, günlük operasyonel
işleri planlar ve işe koyulurdum. Masamın düzeni, sandalyemin yüksekliği,
kullandığım farenin fazla ses çıkarmaması vb detaylar çok mühimdi benim için.
Birinden
biri eksik olsa, tam odaklanamaz, konsantre olamazdım. Bu hep böyle gitti,
senelerce. Hatta zaman zaman, sunum hazırlarken ya da odaklanmamı gerektirecek
bir iş ile ilgilenirken ofisten kaçar, toplantı odalarına taşınır, orada sessiz
sedasız çalışmayı tercih ederdim.
Artık bu
lükslerin hiç biri yok hayatımda. İnsan nasıl da değişiyor.. Otel lobisi,
havalimanındaki lounge, evin salonundaki yemek masası, arkadaşlarının evleri, herhangi
bir Starbucks mağazası.. Her yer ofis olabiliyor. Bilgisayarın, telefonun ve
internetin olduğu sürece her an her yerde çalışabilecek bir mobil canavara
dönüşüveriyor insan J Epey şaşırtıcı. Eski takıntılarımdan eser kalmadı.
Bunu eşe
dosta anlatabilmek de işin bir diğer zor yanı. Eski zihniyete göre “işinin
başında durman gerek”. İyi de ben pastane değilim ki, ya da ne bileyim,
hediyelik eşya dükkanım falan da yok. Benim tüm işim mail ve telefon ile. Mobil
çalışabiliyorum. Yani Bodrum’da tatil fotoğrafları paylaşırken de çalışıyor
olabiliyorum eş zamanlı.
Bırakın
büyükleri, eski jenerasyonu, kendi arkadaşlarıma bile durumu izah etmem epey
zor. Diyorum ya, bundan bir sene önce bana da anlatsalar ben de pek ciddiye
almayabilirdim. Ama öyle olmuyor işte, mesele kafada odaklanmak, mesele kafada
çalışmak. Eski görev adamı kimliğinden sıyrılıp sürekli düşünen ve üreten bir
şeye dönüşüveriyorsun. İnanılmaz.
2)
Çalışma
Saatleri
Beyaz yaka
iken şöyle bir hayat vardır, 08:00-09:00’da ofiste olursun. Mesai bitim saatine
kadar fiziksel olarak ofiste ya da çalışma alanında olman gerekir. Günlük
işlerini yaparsın, maillerini atarsın, toplantılara girer çıkarsın, zaten akşam
oluverir ve günün nasıl geçtiğini anlamazsın bile. Zaman zaman ofiste
geçirdiğin 8-9 saatin tümünde yoğun bir tempoyla çalışırsın. Ama bazen günler
hafif geçer. İstatistik tutsan, kimi günler 100% performansla çalışırken, kimi
günler ofiste geçirdiğin zamanın yalnızca 10-20%’sini çalışarak geçirirsin.
Kendi işini
yapmaya karar verdiğin anda çalışma saati diye bir şey kalmaz. Çünkü günün 24
saati (abartı değil, rüyama bile giriyor bazen) çalışırsın. İş-yaşam dengesi
düzenin değişir. İşten çıkıp kendine vakit ayırmazsın. İş ve kendi hayatın iç
içe geçer. Hem gezer, hem çalışırsın. Çalışmaktan kastım sürekli iş görüşmeleri
yapmak, teklif vermek, toplantılarda olmak değildir. Kafan çalışır. Algıların
hep açıktır. Her şeye ve herkese ticari gözle bakmaya başlarsın (yanlış
anlaşılmasın, böyle menfaatçi bir zihniyet değil anlatmak istediğim). Mesela
tatildesin. Bodrum’dasın. Herkes güneşlenip denize girer. Sen de fiziken
tatildesindir. Sosyal medyada deniz ve yemek fotoğrafları paylaşırsın.
Dışarıdan gören biri seni sürekli geziyor sanabilir. Ama kafan tatilde
değildir. Beyaz yaka iken tatil gibi tatil yapabiliyordum, şimdi öyle değil. Tatilde
bile iş kovalayabiliyorsun. Tanıştığın yeni insanlarla iş konuşmaya
başladığında bambaşka bir kapı açılabilir. Ya da evinin salonunda harıl harıl çalışırken
birden odağını kaybedebilirsin mesela, normalde ofiste olsan minik bir kahve
molası verir kafanı toparlarsın, ama girişimci kafasında sahile inip bir saat
yürüyüş yaparak aynı sonuca ulaşabiliyorsun. Sonra sahilde bir selfie çekip
Instagram’da paylaştığında hopp algı yine değişiveriyor, “Bu kız çalışmıyor mu?
Nasıl bir hayat yaşıyor? Nasıl para kazanıyor?”
3)
Çalışma
Arkadaşları
Bir sosyal
kelebek olarak en çok zorlandığım konu bu oluyor bu garip geçiş sürecinde. İflah
olmaz bir takım çalışması aşığı olarak one-man-show içinde olmak çok yorucu ve
can sıkıcı olabiliyor çoğu zaman. Solo hareket etmeye başladığında, her detayı
kendin düşünmen gerekiyor. Bir sürecin başından sonuna kadar her aşamadan sen
sorumlusun. Teklifi de sen veriyorsun, toplantıya da sen gidiyorsun, ön
muhasebeni de kendin tutuyorsun, vizyonu sen belirliyorsun, önümüzdeki sene
için hayalleri kendin kuruyor, hedeflerini kendin belirliyorsun.
Bir
yöneticin yok. Bu hem iyi, hem de kötü. Özgürlük güzel şey tamam. Ama geri
bildirim veren, seni yönlendiren biri yok yanında. Nasıl gelişeceksin?
Bunların
üstesinden gelebilmek için kendi kendime bir takım yöntemler geliştirdim.
Derneklere
üye oldum. Mezun olduğum lisenin mezunlar derneği KALİD’de ve Fenerbahçe Rotary
kulübünde aktif olarak rol almaya başladım. Böylece “bir grup insanla beraber
ortak hedefe koşma” dürtüsünü yeniden yaşamaya başladım.
Kendime
mentorlar edindim. Örnek aldığım, bana katkısı olabileceğini düşündüğüm
insanlara ulaştım. Konusunda isim yapmış, genç bir girişimciye destek olmaktan
keyif alacak kişiler ile irtibata geçtim. Ve fark ettim ki, bir anda bir sürü
yöneticim birden oldu aslında. Beni yönlendiren, sıkıştığımda destek olan bir
sürü güzel insan var artık etrafımda.
Teklif verme
aşamasında da kapılarını çaldım, dönemsel motivasyon düşüklüğü yaşadığım
anlarda da. Böylece işi iyi bilen bu müthiş insanlardan geri bildirim almayı ve
gelişimimi sürdürmeyi kısmen de olsa başarabildim sanıyorum.
Hala zaman
zaman özlüyorum ofis ortamını, kalabalığı. Ofise girip herkese günaydın demeyi,
beraber çıkılan kahve molalarını, ortak toplantıları.. Ama her seçiş bir
vazgeçiş, kendi özgürlüğüm için, hayallerim için bu bedeli ödemeyi seçiyorum
sanırım.
4)
Çalışma
Giysileri
Gününe göre
değişiyor. Toplantım olmadığı günler ofise bile gitmiyorum çoğu zaman mesela.
Evin salonu mis gibi ofis. Sessiz. Kocaman. Ferah. Sigara içmek de serbest.
Üstelik en sevdiğim kahveye erişimim de var J O günlerde pijamayla bile
çalışıyorum. Uyanıp işe gitmem sadece birkaç saniyemi alıyor.
Toplantı
günleri kurumsal giyime devam. Bir süre sonra giyim ve makyaj pratiğini
kaybedebiliyorsun. Gömlek fazla geliyor, ceketi taşıyamıyorsun falan, garip
biraz J
Bir de,
biraz kişisel olabilir ama, şunu fark ettim. Kurumsal giyinip bir cafe’de
çalıştığım günlerde biraz daha verimli oluyorum sanırım. Sanki o ceket o
ayakkabı bir havaya sokuyor gibi, daha rahat konsantre oluyorum gibi.. Belki
bir çok kişide oluyordur, belki bana özel bir durumdur bilemiyorum.
5)
İnişler..
Çıkışlar.. Motivasyon gel pisi pisi..
Zaten aşırı
tutarlı bir tip olduğum söylenemezdi, ama bu yola girince iniş ve çıkışlar
ciddi oranda arttı. Bir gün mükemmel başlıyorsun güne, nasıl motivesin, müthiş
işler beceriyorsun! Akşamına da arkadaşlarınla güzel bir plan yapmışsan,
tadından yenmiyor. Gelsin well deserved içkiler! Ama her gün böyle geçmiyor.
Bazı günler içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Ve yapmıyorsun da! Yapmayınca
da içinde ilginç bir vicdan muhasebesi başlıyor. Beyaz yaka iken de zaman zaman
bazı günler hiç çalışası gelmez insanın. Erteleyebildiği işlerini mümkün
mertebe erteler, farklı kişilere delege eder, ve bu durumu çok fazla
önemsemeyebilir.
Ama kendi
işini yaptığın zaman, çalışasın gelmediği günler inanılmaz bir vicdan
muhasebesi içine giriveriyorsun. Sanki çocuğunu ihmal ediyorsun, aç
bırakıyorsun gibi. Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Çok daha iyisini,
fazlasını yapabilecek potansiyelin olduğunu da biliyorsun. Ama yapmıyorsun J Buradaki fark, çalışmazsan,
kazanamazsın. Beyaz yaka iken çalışmasan da kazanıyorsun. 10 sene bu düzende
yaşamış biri için girişimciliğin ilk senesi öyle zor ki..
Sonra bunu
yönetmek için yine kendi içinde yöntemler geliştirmeye başlıyorsun.
Kural #1)
Eğer çalışasın yoksa, çok zorlama ve kendine ihtiyaç duyduğun zamanı ver.
Tamam, özellikle ilk zamanlarda azim ve agresif yaklaşım çok kritik, kabul
ediyorum. Ancak işin spritüel kısmıyla da haliyle ilgileniyorum. Hayırlısı ise
olacağına, bereketli olanın bana zaten geleceğine inanıyorum. Ama böyle çiçek
kız gibi etrafta dolaşmak tabi ki yetmiyor, adım atmam gerekiyor. Bunu
dengelemek, oturtmak işin belki de en zor kısmı J
Kural #2)
Bir büyüğüme danıştım bu durumu, bana dedi ki asıl olan “sürdürülebilirlik”. Her
gün muhakkak bir şey yapmak, bir adım atmak. Bir mail olur, içerik araştırması
olur, birileriyle iş konuşmak bile olabilir. Ama muhakkak o demiri işletmek ve
aktif tutmak gerek. Başka türlü zor, çok zor.
Kural #3) İş
mi, hobi mi? Yaptığın işi sevmek, ya da sevdiğin işi yapabilmek büyük lüks. Ama
geçen gün Peter Drucker’ın “Yönetim” kitabında şöyle bir cümle okudum, “Her
işletmenin müşterisi vardır. Eğer müşteriniz yoksa, o işiniz değil,
hobinizdir.” E tamam keyifle yapıyoruz da, para da kazanmak lazım. Bunun için
iş almak lazım. İş almak için kovalamak lazım. Yani hobi ile iş arasındaki ince
çizgiyi doğru belirleyebilmek lazım.
Kural #4)
Eğer benim gibi insan odaklı ve insanlarla motive olan biriyseniz, her sabah
uyandığınızda kendi kendinizi motive etmek kolay olmayabilir. Bunun için şahsi
yöntemlerim; iyi kitaplar, iyi TedX konuşmaları, başarı hikayeleri ve toplantı
yapmak. Her toplantıdan müthiş bir çalışma şevki ile çıktığımı fark ettiğim an
dedim ki, her hafta minimum 5-6 toplantı yapmalıyım ben. Feci aktif tutuyor.
Yani özetle;
bakmayın böyle lay lay goy goy göründüğüne. Bu işler zor, çok zor. Bu bir
yolculuk. Her aşamasında KENDİNİ daha iyi tanımanı sağlıyor. Sınırlarını
yeniden keşfediyorsun. Neye ne kadar becerin var, neye ne kadar tahammülün var,
hepsi gözünün önünde pıtır pıtır dökülüveriyor. Hem çok zevkli, hem de zor.
Kendinle uğraşıyorsun hep. Yüzleşmesi pek kolay değil J
Bundan 4-5
sene sonra bu çiziktirmeyi, bu günleri, bu hisleri hiç unutmamış olmayı
dilerim. Belki o zaman gelince, bu yola yeni girecek kişilere kılavuz olurum,
bana nasıl yardım ediyorlarsa, ben de onlara ederim.
Böyle bir
yazasım, paylaşasım geldi.. J
Bizi
anlayın, hemen eleştirmeyin tamam mı? Kendi gerçekliğimiz içinde
değerlendirmeye gayret gösterin. Bak yazdım o kadar, biraz empati kurmaya
çalışın.. Burada hava çok farklı. Çok değişik. Oturup konuşsak daha neler neler
anlatırım..
Bodrum’dan
sevgiler, öpücükler, kalpler falan filan..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder