21 Ocak 2016 Perşembe

Fazla Düşünüyorsun!


"Fazla düşünüyorsun"

"Bu kadar düşünmesem mi? Hmm.. Bir düşüneyim.."

Bu geri bildirimin bende yarattığı döngü bu. Daha çoook duyarım bunu, belli oldu. Belki hep bu seviyede seyretmeyecek, ama nefes aldığım sürece de devam edecek. Bu bir tür uyanış, tarif etmesi zor bir serüven.

Yaşamayanlara anlatamıyorum. Bir türlü empati kurulmasını sağlayamıyorum. Gerekli de değil aslında.

Bu verdiğim sınıf eğitimlerinden çok farklı. Sen senelerce insanlara bilgi aktar, bunda tıkan. Olur şey mi? Çok köklü, çok derin. Ve bence esas gelişim böyle başlıyor.. Düşünerek. Kafa yorarak.

Ne demek "Fazla düşünüyorsun". Sanki kötü bir şey yapıyormuşum gibi.. "Fazla çikolata yiyorsun", “Fazla içiyorsun” der gibi.. Niye düşünmeyi bu kadar garip karşılıyoruz milletçe? Düşünmek ne zamandır kötü bir eylem gibi algılanıyor?

E sen ezbere dayalı eğitim sistemi kurarsan, iş yerinde “Yaratma, söyleneni yap sadece” zihniyetini dayatırsan, olacağı bu. Düşünene uzaylı gibi bakan memleket insanı. Normal yani bu tahammülsüzlük.

Hayır fazla düşünmüyorum. Sadece düşünüyorum. Keşke daha önce düşünseymişim.

Düşünmeden analiz edemem.

Sorgulamadan farkına varamam.

Fark etmediğim hiçbir şeyi değiştiremem.

Değiştirmezsem aynı şeyleri yaşar dururum ve hayat bunun için fazla kısa!

Kendi gerçekliğini, kendi tercihlerini yaşayabilmek istiyorsan, önce bunu tanımlayabilmen lazım. Tanımlayabilmek için mevcut durumu ve gitmek istediğin hedefi belirleyebilmen lazım. Belirleyebilmek için de düşünmen ve sorgulaman lazım! Aksi takdirde öğretilen gerçeklikte yaşamaya devam edersin.

Bu biraz hayatının sorumluluğunu üzerine almak aslında. Kendini yaratmak. Bana bunu söyleyen insanların birçoğunun hayatına bakıyorum, aynı döngünün içinde debelenip durduklarını gözlemliyorum. Aynı pattern’de ilişkiler, ruhlarına aykırı işlerde harcanan seneler, yiyip yiyip “zayıflamam lazım” diye hayıflanmalar ve bilimum blokajlar.. Onların zihninde bu fazla düşünmekle ilgili algının tek cevabı "Söylediklerini anlamıyorum" olabilir. Sıkıcı geliyorumdur. Ya da "Ben bu kadar sorgulamaya korkuyorum, sen de sorgulama, farklılaşma". Burada da bal gibi farkındadır ama korkuları daha ağır basıyordur. Başka hiç bir mantıklı açıklama görmüyorum.

Üstelik "Çok düşünüyorsun" demek de, karşındakinin hayatına bir müdahale değil mi? Çatt diye yargılamak? E nasıl bir çelişki? Düşünenler kimseye müdahale etmiyor oysa ki.. Kabullenişle sonlanıyor tüm hikayeleri. Konu tatsızsa affedişle. Kendi akışında.. Onlara göre sorun olan bu düşünme halim, acaba "Onlar gibi düşünmediğim" için sorun oluyor olabilir mi? Düşünmemden ziyade, "Onlar gibi" düşünmemem? O seviye yani? Tek tek cevap vermek, defalarca anlatmak zorunda kalmak istemiyorum, bu yüzden bu soruyu ve bu zihniyeti de kabullenmem gerekiyor. Bu benim serüvenim. Kendimden başka hiç kimseyi bağlamıyor. Keyfi de burada.

Düşüncelerimden uzaklaşmak için değil, onlarla beraber ve baskısız hareket edebilmek için meditasyon yapıyorum. Kaçış değil meditasyon, bir tür katalizör, barıştırıcı.

Bunca sene hiçbir şeye kafa yormamış beyne, birden ciddi ölçüde bilgi verdiğin zaman, algılarını açtığın zaman, doğası gereği beyin önce kısa devre yapıyor. Kabullenemiyor. Yönetemiyor. Zarar veriyor. Bende böyle olmuştu ilk başlarda.

Düşünmek vs Kurmak.

Kurdum. Of aylarca! Yorulunca kendime çözüm üretmem gerekti. Bu da öğrendiğim zihin eğitme teknikleriyle mümkün oldu.

Kendimi hiç bu kadar güçlü hissettiğimi hatırlamıyorum. Inner-power. Instagram’da, orada burada okuduğumuz o özlü sözler var ya hani, like’layıp geçiyoruz hani.. Şimdi iliklerime kadar hissediyorum bunu işte.

Düşündüğüm için bunca şey değişti zihnimde, bunu çok az insan anlayabiliyor. Sadece bu yollardan geçenler..

30 küsür senelik kodları yıkıp yerine yenilerini inşa etmek biraz bunu yapmayı gerektiriyor..

Şimdi onlar düşünsün? Yani şaka değil, keşke biraz düşünseler, sorgulasalar..

Azıcık..

Böylece paylaşabiliriz.

Ya da düşünen bir kaç insan var hayatımda, sadece onlarla paylaşayım? Nasıl olsa diğer kimse anlamıyor..

Zaten kendi doğallığında bu oluyor. Bir şeyler değişiyor, birileri gidiyor. Boşluk oluyor. Evren boşlukları hiç sevmiyor, hemen yerine yenilerini koyuyor. Böylece kendin gibilerle devam ediyorsun yoluna misler gibi.

“Gel beraber düşünelim” deyip teşvik etmek misyonum, o ayrı. Seviyorum saçmayı paylaşmayı. Ben yapayım, alan alsın. Almıyorsa, yine kendi tercihi.

Viva mea culpa! 

Nedir mea culpa?

“Hepsi benim suçum” diyor Türkçesi. Tam öyle değil aslında. Ben olsam “Hepsi benim sorumluluğum” diye ifade ederdim.

Biri bana kötü davrandığında, bu onun tercihi, benim değil.

O öyle davranabilir, ama bundan etkilenip etkilenmemek benim kontrolümde, onun değil.

Ya da istersen “Vah bana bunu yaptı, ay bunu bana nasıl yapabilir?” diye hayıflanabilirsiniz, bu da bir tercih tabi.

“O yaptıysa yaptı, o onun tercihi, sen neden etkileniyorsun?” diyorum ben de uzun zamandır.

Böyle düşüne düşüne, kendi zihninin omurgası oluveriyorsun. Kendini dimdik ayakta tutan şey, yine kendin oluyorsun. Her türlü bağımlılıktan uzak. Bundan daha yüce bir güç tarif edebilir misiniz bana?

Ben ileride çocuğuma sıklıkla "Üzerine biraz düşün" diyeceğim mesela. Bol bol sorgulasın.. Kendi yolunu bulsun.. Kendi akışını kendi yaratsın diye.. Belki orada da bir tökezlerim, kendimi o çocuğun sahibi gibi görebilirim? Oluyormuş annelikte. Ama olsun. Beni yorsa bile, o kendi yolunu kendi bulsun.

“Yavrum koşma, düşersin!” diye diye çocuk yetiştirilen memlekette işim zor.

Neden düşsün yahu çocuk durup dururken? Her koşan düşüyor mu? Bırak koşsun? Düşerse de düşer, kalkar devam eder. Neden yanlış kodluyorsun tazecik beyni?

Dur ben bir sahil yapayım. Belki düşmem. 

#keepwalking

Sim

15 Ocak 2016 Cuma

Bir Mobbing Hikayesi..


Son senelerde sıklıkla duyduğumuz bir kelime mobbing!

“Ay resmen mobbing yapıyoo!”

Sözlük anlamı düzenli uygulanan psikolojik şiddet.

Psikolojik olarak kişiye yaşattıkları, orada burada okuduklarımızdan çok daha sert.

Maalesef, yönetici ile yaşanan her çatışma “mobbing” olarak sınıflandırılmıyor. Adının mobbing koyulabilmesi için, sistemli ve düzenli şekilde uygulanan bir psikolojik şiddet olması şart. Yani, yöneticin sana stresli bir anında ters bir laf ettiğinde, ya da senin performansını arttırmak için (kendince) uyguladığı stres seviyesini biraz arttırdığında, direk mobbing’e uğramış olmuyorsun.

Büyük firmalar, yönetim ekiplerine birkaç senedir Mobbing eğitimi aldırıyor. Yani resmen diyorlar ki; “Sevgili yöneticimiz, al bak, mobbing diye bir kavram var dünyada, öğren bunu. Ekiplerine düzgün davran. Baskı uygulayacaksan da, düzgün uygula, sürekli hale getirme mesela. Sonra davalarla uğraştırma bizi, repütasyonumuzu yerle bir etme.” Fena mantık değil. Ama keşke hiç gerekmese bu tür bilgilendirmeler. Keşke yöneticiler böyle insanlar olmasa. Ama oluyor maalesef.

Hep kendimi yazıyorum ama bu gerçekten baya sağlam, sektörde uzun süre konuşulmuş hikaye.

Çok özet geçeyim; yaş 26. Hali hazırda keyifle çalıştığım işimden, güzel bir unvan ve dolgun bir ücret ile transfer edilmişim. Yeni bir oluşum için. Yeni oluşum de canımı ye zaten, dişlerim kamaşıverir hemen. Koşa koşa gittim tabi. İşe de hakimim, uçuracağım orayı. Hayaller gırla.

Karşımda sektörde sıklıkla karşılaşılmayacak kadar aklı başında, havalı görünen bir yönetici. “Vay be” diyorsun ilk gördüğünde, “kadın nerelerden gelmiş, ama geliştirmiş kendini, helal olsun”.

Sonra zaman geçiyor, içinin nasıl fos olduğunu görüyorsun.. İlginç bir tipti. Ekibi masasına çağırır, herkesi bilgisayarının başına toplar, tıkır tıkır bişiler yapar, bize izletirdi. 3 saat falan. Sonra masana geçtiğinde de “Şu iş ne oldu?” falan diye sorardı. “E, sizinleydik, ne ara yapacağız o işi?”. Akşama doğru 1 saat makyaj yapardı masasında falan, sonra byee der giderdi. Hey Allahım, ne değişik kadındı. Hep bir mücadele içindeydi kendiyle, suratından akıyordu. Ne zor bir hayatı vardı.. Ve beni de o hayata sürüklemeyi nasıl başardı..

Düşünsene, işe ondan daha hakimsin, gözünün önünde müthiş hatalar yapılıyor, gıkını çıkartamıyorsun falan.. Öyle çok gizleyebilen bir tip de değilim, hissetti tabi bendeki tepkiyi. Sonra savaşmaya başladı. Türlü türlü sindirme politikaları. İzole etme, Pazar günü gelen iş talepleri, ekip içerisinde degrade edici lobi çalışmaları, yaptığın işleri görmezden gelme.. Ve daha niceleri..

6 ay içerisinde, 4 kişilik departmanda 7 farklı kişi değişti. Rakama bak! Bir o sabit kaldı, bir de ben. Gören kaçtı.

N’aparsın? Yaş 27. Duygusalsın da çok. Ya pes edeceksin, kaçacaksın. Ya da savaşacaksın. E herhalde savaşacağım, o kadar emeğim var. Hiç düşünmedim pes etmeyi. İçime attım, her sabah sıfırladım kendimi, saldırdım, daha çok çalıştım. Sonra vücudumu iflas ettirdim. O yapmadı, ben yaptım. Çok daha iyi yönetebilirdim. Umursamamayı öğrenebilirdim. Kendi haline bırakabilirdim. Yapamadım. Yönetemedim. Onun koyduğu kurallarla, hiç bilmediğim sularda savaştım. Sonra kendime zarar verdim.

Panik atak. Ama havalı kullanımından bahsetmiyorum, baya medikal olarak teşhis konulmuş, gerçek panik atak. Raporlar, ilaçlar, araba kullanamamalar, uçağa binememeler. Ay korkunçtu.

Sonra pes etmediğimi görünce, bir çocuğun bile inanmayacağı bir senaryo üretti. Beni işten çıkardı. Önce istifaya zorladı. Yaklaşık 1.5 saat falan. Basık bir oda. Önümde kağıt. Genel Müdür’ü de almış yanına. İmzala diyor. Nasıl direniyorum, nasıl mücadele. Sakin sakin. Nasıl zor..

“Ben çok emek verdim. İşimi layıkıyla yaptım. Bu yazdığınız senaryo deli saçması. Yalan bu. Ben bunu kabul etmeyeceğim, buyurun kendiniz çıkarın.”

Daha üç hafta öncesinde, üstün performansa istinaden beklemediğim bir bonus yatmış hesabıma. Öyle plansız, öyle fevri ki yaptıkları.. Hırs küpü olmuş kadın..

Çıkardı.

O yaşta, 3 ayrı dava açtım. Üç!

Baya öfkeli hareket etmişim aslında. E insanlık hali. Onca sene ailen seni okutsun etsin, sabahtan akşama emek harca, işini gücü yap, insanlara fayda sağla, sonra delinin teki gelsin yerle bir etsin? Yemezler canım.

Çok da iyi etmişim. Gerekliydi.

Savaşmak lazım. Sinmemek lazım. Memlekette iş davaları hala tıkır tıkır işliyor çok şükür.

Kadının şahsına da açtım. Başkalarına yapmasın diye. Biraz da kendimi aklamak için. Türkiye’de mobbing davası diye bir şey yok. 2013 torba yasası ile biraz daha kale alınır hale geldi, ama halen Avrupa Birliği ülkelerindeki seviyede değil. Sadece manevi tazminat davası açabiliyorsun, teknik ismi bu yani.

Haftalarca gezmediğim avukat, gitmediğim dernek kalmadı. Mobider isimli bir dernek var mesela, bünyesinde psikologlar, gönüllü avukatlar var. Onların bir seminerine gidip gerekli teknik bilgileri topladığımı hatırlıyorum. Gayrettepe’de bir eğitim salonundaydık. O dönem baya şaşırmıştım, bunu yaşayan bir sürü insan vardı çünkü. Herkesin hikayesi farklı, ama profil benzerdi.

Avukat seçerken de, 60+ müthiş deneyimli bir sürü avukatla görüştüm. Ailem yönlendirdi, eş dost önerdi. Hiç birinde o azmi hissedemedim. Sonra yakın arkadaşım olan, yaşıtım bir avukatla anlaştım. Beni tanıyordu, gönülden savunacağına inandım. Savundu da. Helal olsun ne diyeyim.. Sonrasında fıstık gibi şarabımızı içip kutlama yaptık, ne güzel bir akşamdı.

Bana dediler ki, “Let it go. Olan olmuş. Önüne bak. Önünde nereden baksan 3-4 sene boyunca devam edecek bir süreç var. Şu an bu yoğunlukta yaşıyorsun, ama zamanla azalacak.”

Çok iyi anladım bu dediklerini. Aynen dedikleri gibi de oldu. Aylar geçti, tam düzenini kurmuşsun, bambaşka bir yerde, bambaşka insanlarla çalışıyorsun, hop telefon geliyor “Duruşman vardı bugün, şu şu, bu bu oldu, şu tarihe ertelendi dava”. Bir çöküyorsun tabi duyunca, elinde değil. Bunu defalarca yaşıyorsun seneler boyunca. Ama her seferinde hafifliyor. Şimdi ise aklıma bile gelmiyor. Ben affettim. Laf değil, gerçekten affettim. Yaşananlar onun kişisel sorunlarının bana çıkan faturasıydı. Bu süreç, bu dava, tamamen onun şahsi sorunlarının sonucuydu. Nasıl bir psikolojidir? İşini layıkıyla yapan, fıstık gibi çalışana hayatı zindan etmek? Ekmeği ile oynamak? Bundan nasıl haz duyar insan? Problemin derinliğine bakar mısın.. Yaşananların benimle hiçbir alakası yoktu. Affettim. İç huzur diledim. Önüme baktım. Umarım sakinleşmiştir. Gönülden umuyorum ki, çok daha iyidir.

Bu hikayeyi paylaştığım insanlarda genellikle iki farklı algı oluşuyor. İlki “Eyvah, ya ben de fark etmeden, istemeden ekibime bunu yaşatıyorsam?” endişesi, diğeri de “Bu kız sert çıktı, buna bulaşmayalım” algısı.

İkisinin de alakası yok. Benim yaşadığım bambaşka, çok sert, çok ciddi bir durumdu. 6 ayda 7 kişi geldi gitti diyorum, doktorların teşhisi var diyorum, tesadüf olabilir mi?

O dönem iş görüşmesi yapmayı bir kenara bırak, iş bile aramıyorum. Alakam yok. Varım yoğum bu işi layıkıyla yürütmek. Çat dedi telefon çaldı. Vakt-i zamanında iş başvurusu yaptığım bir yer, cv havuzundan bulmuş, görüşmek istiyormuş. Gittim. Görüşmeyi direk bağlı çalışacağım yöneticiyle yaptım. Konuştuk ettik. Ben çat diye söyledim “Beni işten çıkardılar. Eski yöneticime dava açıyorum, buraya da avukatın ofisinden geldim.”

Herkes kızdı. “Görüşmede böyle şey söylenir mi?” dediler. Yılların İK’cıları bile bu yorumu yaptı. Neden söylenmesin yahu? Ben yanlış bir şey yapmadım ki. O yaptı. Tabi ki sonuna kadar savunacağım kendimi. En ufak bir tereddüdüm yok. En ufak bir hatam yok. Neden çekineyim? O çekinsin, o uğraşsın. Zerre ilgilendirmiyor ne konuşulacağı. Kendinden bu kadar emin olmayan insan, zaten atamazdı kendini böyle ortalara. En ufak hatası, çekincesi olsa sinerdi. Ben çok emindim. Ondandı cesaretim.

Ve o adam, benim şu 32 senelik kısacık ömrümde, hayatımın dönüm noktalarından biri oldu. Beni işe aldı. Riske bakar mısın? Belki manyağım ben? Belki ben delirttim kadını? Nasıl hissedebilirsin 40 dakikalık görüşmede? Nereden anlayacaksın?

O işimde, müthiş bir esneklikle çalıştım. Esnek ve serbest olunca yaratıcılığım tavan yaptı. Keyifle, seve seve çalıştım. Bu yüzden de güzel işler yapma imkanım oldu. Onun sayesinde oldu.

Hala görüşüyoruz. Ona olan manevi borcum ve saygım baki. Çok da severim.

O gün bugündür, daha dengeli olmaya gayret ederim çalışırken. Müthiş bir eğilimim vardı o zamanlar haddinden fazla kendimi işe kaptırmaya. O dönemki çalışma arkadaşlarım da gayet iyi bilir, gece 23:00’lere kadar bilgisayar başında kalmalar falan.. Yetmiyordu ki zaman, toplantısı, telefonu.. İşleri yetiştirmek için sadece akşamlar vardı.

Ve yine, o dönemdi hırsla tutkuyu birbirinden ayırmayı öğrenmem. Tutku pozitif. Tutkunun temelinde sevgi var, başarma güdüsü var, hayaller var, aşk var. Hırsın temelinde tek olmak, biricik olmak, başarırken önüne gelen her şeyi yakıp yıkmak var. Ne zaman başarı hırsı şahsi değerlerinin önüne geçmiş biriyle karşılaşsam, hala tüylerim diken diken olur, bir irkilirim, sevmem.

Bak neler neler öğretmiş bana.. Teşekkür etmem lazım ona belki de.. Bir çiçek falan mı göndersem n’apsam? J

That doesn’t kill me, makes me stronger.. Makes me better..

Önce vicdan. Önce vefa. Sonra iş güç. Bu kafayla benden düzgün işveren çıkar mı? Çıkar yahu.. Çıkar çıkar J Uzun vadede huzurla kazandırır. Göreceğiz. Merakla bekliyorum..

Sim

13 Ocak 2016 Çarşamba

İşbirliği?


İşbirliği ; isim Amaç ve çıkarları bir olanların oluşturdukları çalışma ortaklığı, teşrikimesai. (Kaynak; TDK)

Neden bu kadar zor bunu layıkıyla yapmak bu memlekette?

Söylüyorum; insanların güvensizliğinden.

The Doors diyor ya, “People are strange, when you’re a stranger”

Bak şimdi, kurumsalda, iddia ediyorum, istisnasız her firmada bir “bilgi saklayan teyze” vardır. Bak çok iddialıyım, kesin vardır. Klasik “silo effect” durumu.

Çalıştığım her şirkette gördüm. Sessiz sedasız, oturur işlerini yaparlar. Ama hep bir muhalefet. Sıfır iş geliştirme. Sıfır yenilik. Sıfır sıfır sıfır yani!

“Bu benim departmanımın sorumluluğu değil.” (Ana sorumluluğu olmayabilir, ama destek olabilir)

“Bunu Pazarlama’ya danışman lazım. Bu onların işi.” (Gayet kendi de yapar, işten kaçıyor)

“Bunun için bütçemiz yok.” (Aslında bütçe var, projeye inanmıyor, harcamak istemiyor)

“Bu gizli bilgi, paylaşamam.” (Gizli falan değil, seninle paylaşmak istemiyor)

“Biz onu 6 sene önce denemiştik, olmuyor o.” (Bir daha dene, belki bu sefer olacak? Belki şartlar değişti?)

“İnan o konuda hiçbir bilgim yok.” (Bal gibi de var, sen öğrenme istiyor. Öğrenirsen gücü paylaşmak durumunda kalacak.)

En şaşırdığım da bu bilgi saklama kafası. Baya insanın gözünün içine baka baka yalan söylüyor. Nasıl vicdanı rahat edebiliyor?

Sonra hepimiz bu tiyatro sahnesinde oynayıp duruyoruz birbirimize. Verim %80-%90’lara ulaşabilecekken, %30’larda tıkanıp kalıyor. Sırf insanlarımız esneyemiyor diye.

Sonra süslü slide’larla her departman ne kadar iyi iş çıkardığını anlatıp böbürleniyor senelik toplantılarda falan. Alkışlıyorsun. Klasik işler.

Sanma ki sadece kurumsalda böyle. Kendin işini yapsan da aynı. Bu sefer iş ortakları devreye giriyor.

Bir projem vardı. Projeyi büyütmek istedim. Öyle güzel bir yapı kurdum ki, sunacağım iş ortakları da bu işten ciddi fayda sağlayacaktı aslında. Gittim, görüştüm. 4 firmanın sadece bir tanesi işbirliğine sıcak baktı. Diğerleri “biz de benzer hizmet sunuyoruz” dedi. Sunmadıklarını biliyordum. Esas fikirleri “Bu iş iyiymiş, biz de girsek ya” idi. Tamam girsinler, daha iyi. Sektör haline geliriz işte. Mis gibi. Herkes kazanır. Pasta yeterince büyükse herkese fayda sağlar. İyiysen zaten kazanırsın, nedir yani?

İşbirliği dediğin olguda başına gelebilecek en kötü şey yanlış ortak seçimi bence. Zaten bunu hissediyorsun aslında, kimya tutmayınca olmuyor. Bilerek bilgi saklayan, ortak çalışmaya müsait olmayan, sadece kendi faydasını düşünen kişilikte insanlarla uzun vadeli iş yapılabileceğine inanmıyorum. Başka bir çok şey yapılabilir, ama “iş” yapılmaz. Kurumsalda yükselir bu profil mesela misler gibi. Gider bulur bir tepe yönetici, sevdirir kendini, güvence altına alır, yükselir. Sonra aval aval izlersin “nasıl olabiliyor” diye.

Bırak olsun. Sen iyisin. Senin kafan farklı çalışıyor. Onda, sendeki kafa olmadığı için, çaresizlikten bunu yaşamayı seçiyor. Çünkü diğer yolu bilmiyor. Sen uçabilirsin. Onun kanatları yok.

Kanatlı iş ortakları/çalışma arkadaşları çok önemli. Nesil olarak bize baktığında, paylaşıma müthiş açığız aslında. Hani hep konuşuluyor ya, bu nesil benzeşmek istiyor, paylaştıkça çoğalıyor diye. Doğru. Ama arada temkinli, güvenli, planlı davranmak isteyenler de çıkıyor. İnsan neticede. Hissettiğim an uzaklaşıyorum. Ya da hiç yakınına gitmiyorum bile.

Kolektif House, Starters Hub, Koç Incubation Center, Yazane ve diğer bilimum StartUp ortamlarında herkesin birbiri ile bilgi paylaştığını görmek harika bir deneyim mesela. Herkes fikrini, projesini açık yüreklilikle paylaşabiliyor orada. Kimsede “Dur, şimdi anlatmayayım, başkası fikrimi  çalar, benden önce uygular” korkusu yok. Çünkü oradakilerin bir çoğu deli. Kendilerine güveniyorlar. Hem çalsalar ne olacak, uygulamayı o insan gibi yapamayacaklar.. O tutku yok diğer tarafta.. Bu yüzden rahatlar. Bu yüzden oralarda vakit geçirince rahatım ben de belli ki. Bu paylaşımlardan doğan gücü anlatamam. Herkes herkese yardımcı. Bir tür iş dünyası ütopyası yaşanıyor oralarda.

Heyooo Dark Side! Gözünüzü seveyim yapmayın artık bunları. Çalıştığınız kuruma da yazık, verim düşüyor. Paylaşın, bişicik olmaz. Korkmayın. Daha da güzel oluyor her şey paylaşınca. Yoruluyoruz bak, bize de yazık. Amerika’yı 80 kere ayrı ayrı keşfettiriyorsunuz bize. Sonra biz o kurumdan ayrılıyoruz, yerimize yeni bir deli geliyor, o da aynı şeyleri yapıyor falan.. Zaman değerli, zamanımızı boşa harcatmayın.

O zaman Victor Hugo ile bitirelim; “Kendi ışığına güvenen, başkasının parlamasından rahatsızlık duymaz.” demiş adam vaktinde. E haklı..

Sim

12 Ocak 2016 Salı

Sade


Çok önerildi, dayanamadım aldım.

Hafta sonu bir çırpıda bitiverdi.

Çok keyifli, çıtır bir kitap Sade. Git bir cafe’de 3 saat tek başına vakit geçir, bitirirsin hemen.

Bitince huzur doluyorsun.

Yazarları Begüm Başoğlu ve Ege Erim çok basit tekniklerle hayatımızı sadeleştirmenin ipuçlarını paylaşmışlar.

Son 1.5 seneki değişim&gelişim serüvenimde sonuç olarak elde ettiğim bir olgu “sadeleşmek”. Az kıyafet, az yemek, az insan, az para, az eşya. Her şeyin daha azı. Sadece gerekeni. Ben de doğal sürecinde gelişmiş, kitabı okuyunca daha iyi anladım.

Benim için “sonuç” olan bu olguyu, başlangıç noktası olarak almışlar ve bu şekilde tekniklerle aktarmayı seçmişler. Çok da iyi olmuş.

Son zamanlarda hepimiz daha güzel, daha başarılı, daha zengin, saha sarışın vs olmak için süper bir mücadele içindeyiz. Oysa insan, az’la da yaşamayı becerebilen bir canlı.

Kitap, benim gibi kişisel gelişimle kafayı yemiş biri için çok da yeni pencereler açmadı açıkçası, ama bir çok şeyi hatırlamamı sağladı. Bu tür yayınları hiç okumamış, bu yollara henüz girmemiş kişiler için çok etkileyici ve güzel bir başlangıç kitabı olabilir.

İlginç çıkarımlar var.

Örneğin bir insan gardırobunda sadece 10 temel parça giysi ile yaşayabilirmiş. Mantıklı.

Evdeki gereksiz eşyaların günlük yaşantımızı ne kadar olumsuz etkileyebileceğinden bahsediyor. Aradaki alt metinleri doğru okuyabilirsen, aslında ciddi bir vazgeçme ve vedalaşma felsefesi var. Bunu kolaylaştırmak için ipuçları paylaşmışlar.

Para harcarken nakit kullanmayı tercih edin diyorlar. Kartla harcadığında nasıl harcadığını fark etmeyebiliyorsun, ama elinde nakit olunca, ne kadar fazla paranın elinden geçip gittiğini daha rahat hissedersin.

Ya da diyor ki mesela, biri sizi telefonla aradığında, telefonu cevaplandırmak zorunda hissetmeyin kendinizi. Arayan kişi, o anda onun için doğru zaman olduğu için arıyor sizi. Ama o an, senin de konuşmak istediğin an olmayabilir. Bu yüzden cevap vermek zorunda değilsin. Kendin müsait olduğunda, sen de hazır olduğunda dönüş yapabilirsin. Hoşuma gitti.

Ya da bazı yaşanan durumları ya da çatışmaları kişisel algılamanın altında, aslında kendimizi haddinden fazla önemsememiz olduğundan bahsediyordu bir yerde. Bu da ilginçti. Bir şeyi kişisel algılamanın sebebinin bu olabileceğini düşünmemiştim. Güzel bakış açısı.

Güzel kitap, tam hafta sonu okumalık.

Kitabın kendi de güzel, boyu, puntosu, kağıdı, tasarımı.

Bir yerlerden başlamak için hiç fena bir tercih değil.

Şimdi “Açık Ruh Ameliyatı”nı merak ediyorum. Sırada o var. Zira adamın serüveni benimkine epey benziyor..

Sim

 

11 Ocak 2016 Pazartesi

Missing Piece..


 
“You cannot roll with me” said the Big-O. “Put perhaps, you can roll by yourself..”
#keepwalking
Sim

 

Sevgi Günü'nün Ardından..


Yazmıştım hani.
Geçen hafta havanın kötü olduğu bir günde, akşamüstü saatlerinde sevdiğim insanlara onları ne kadar sevdiğimi ve benim için ne ifade ettiklerini içeren bir mesaj gönderdim.

Şöyle bir şeydi ;

“Seni seviyorum. İyi ki bir şekilde tanışmışız ve hayatımda kalmışsın. Bence sen çok (yardımsever, derin, neşeli, ışık saçan, keyifli, güvenilir, eğlenceli vs bana ne hissettiriyorsa o kişi onu yazdım) birisin ve bu özelliklerini çok seviyorum.”

Durup dururken insanların telefon ekranında böyle bir şey belirdi.

Amacım gerçekten o anda bana hissettirdiklerini onlara iletmekti, ama işin sonuna doğru fark ettim ki bir tür sosyal deney yarattım kendi kendime. Herkes birbirinden farklı yanıtlar verdi.

Türlü türlü tepkiler aldım, çok ilginçti, paylaşıyorum;

1)      Şüpheciler ;   (sayıları azımsanmayacak kadar fazlaydı). Bu grup mesaja cevap vermek yerine hemen aradı ve “telefonun mu hack’lendi?” diye sordu büyük bir panikle J Yoo dedim, içimden geldi. Olamaz mı. Baya şaşırmışlar. Garanticiler. Cevap verme riskini almayıp direk telefon açanlar grubu.

2)      Sevgi Böcekleri ; Hiiiç şaşırmadan, sanki her gün böyle bir mesajla karşılaşıyorlarmış gibi aynı şekilde cevap veren çiçekli böcekli insanlar. Mıç mıç sevgi halleri.

3)      Pratikler ; İki üç cici emoji ile yanıt verip işine gücüne dönenler (bu sayılmaz ama, bu grup alışık deliliklerime)

4)      Dalgacılar ; “İşler kesat galiba, çok mu canın sıkıldı?”, “Sim senin işin gücün yok mu?”, “Yahu sen ne manyak kadınsın” vb tepkiler.

5)      Sağlık Sorunları Yaşayanlar ; Baya ilginçti bu. Birinin buzdolabı bozulduğu için zehirlenmiş, o mesaj ona iyi gelmiş. Biri 20 yaş dişini çektirmiş, hemen üstüne mesajı görmüş sevinmiş. Onlarla aramda ilginç bir bağ var demek ki dedim, notumu aldım.

6)      Mesaja İnanamayanlar ; Burada “Sanırım yanlış gönderdin” benzeri bir tepki vardı. Mesajı almış, anlamış, ama kendiyle bağlantısını çözemiyor. Öyle uzak olaydan. Ama yine de mutlu.

7)      Hiç Cevap Vermeyenler ; Umarım yaşıyorlardır?

Ve bir kez daha gördük ki, verilen mesaj sabit de olsa, mesajı alan taraf tamamen farklı olduğu için, mesaj farklı algılanabiliyor.

Kulağımıza küpe olarak kalsın bari..

Sim

6 Ocak 2016 Çarşamba

Let The Music Play Sha La La Laa


Hayal kurar mısınız? Ben de.

Çok.

En çok da işimle ilgili.

Hayal kurarken fonda müzik olsun ister misiniz peki?

Yardımcı oluyor değil mi? Bence de J

Buyurun, buradan yakın.. Modunuzu yükseltme garantili şarkı listesi;

Like a Prayer – Madonna

Tourner Dans Le Vide – Indila

I’m Coming Out – Diana Ross

You Give Love a Bad Name – Bon Jovi

Man! I Feel Like a Woman – Shania Twain

Ready To Go – Republica

City of Delusion – Muse

Yaşamak Var Ya – Athena

Sick & Tired – The Cardigans

Que Hiciste – Jennifer Lopez

Manic Monday – The Bangles

A Night Like This – Caro Emerald

Love To Hate You – Erasure

Mardy Bum – Arctic Monkeys

Survivor – Destiny’s Child

La Luna – Belinda Carlisle

Şarkı Söylemek Lazım – Sezen Aksu

Life – Des’ree

All Together Now – The Farm

Me & My Monkey – Robbie Williams

You’ll Never Know – Hi Gloss

I Saw You Dancing – Yaki-Da

Beautiful Ones – Suede

Tous Le Memes – Stormae

50 Mila – Nina Zilli

Hadi İnşallah – Nil Karaibrahimgil

5 Ocak 2016 Salı

All We Need Is Love


Geçenlerde, durup dururken çok değer verdiğim bir büyüğümden sevgi sözcükleri ile dolu bir mesaj aldım.

Öyle copy-paste bir mesaj da değil. Bana özel, benim niteliklerime özel övgülerdi.

Kısaydı ama çok netti.

Direk hissettiklerimle cevap verdim tabi. Dedi ki bana “içimden gelen kişilere, onları ne kadar sevdiğimi söylüyorum”.

Çok etkilendim.

Sonraki haftalarda eski bir iş arkadaşımdan da benzer bir mesaj geldi. Yine durup dururken, akşamın bir vakti evde pineklerken üstelik.

Fark ettim ki, bu sebepsiz ve spontan gelen mesajlar bir anda günümü güzelleştiriyor.

Dedim, herhalde bu bir furya? Ben de katılayım? Tam benim kalemim!

Sanırım o gün, bugün. Bugün sevgi saçma günüm.

Birazdan sevdiklerime özel mesajlar yazıp göndereceğim. Saat 16:15. Birazdan bir çoğu trafiğe girecek. Belki akşam yolculuklarını neşelendiririm biraz? Belki eve vardıklarında onlar da evdekilere yaparlar aynısını? Böyle böyle çoğalır yayılır?

Sonra belki Simla yazar bunu, birileri de okur, onlar da yapar?

Olur mu olur. E haydi!

Sim

4 Ocak 2016 Pazartesi

Kadın Dediğin Biraz Zehirli Sarmaşık..


“Yok kızım, bundan adam olmaz, sen yoluna bak”

“Hayır anlamıyorum, senden iyisini mi bulacak, bu ne cüret?”

“Kesinlikle affetmeyeceksin, bak affedersen vallahi küserim!”

“Haydi kız kıza çıkıyoruz bu gece, iki süslen, iki flört et, bak nasıl kendine geliyorsun hemen”

“E ama ben sana demiştim..”

“Evlilik düşünmüyorsa fazla uzatma, kaybedecek vaktin yok artık..”

“Bırak cevap yazma, o yazsın”

Bütün yükü karşı cinse atıp, aslında kendi kendimizi zehirlediğimizin ne kadar farkındayız acaba?

Kız kıza toplaşmalar, acil durum telefon konuşmaları, whats app gruplarındaki “vurun kahpeye” temalı yerme seansları.

Ne kadar meyilliyiz hemen yermeye? Etiketler yapıştırmaya?

Yazın plajda kumdan kale yapmak saatler sürüyor, ama bir tekmeyle yıkabiliyorsun. Bir puzzle’ı tamamlamak için haftalarca emek harcıyorsun, yere düştüğü an paramparça oluyor. Yani, yarattığın bir şeyi yıkmak en kolayı. Eleştirmek ennn kolayı!

Bu yüzden belki benim bu tür konularda “yahu bir dur bakalım” kafalarında olmam. Bir çok insana göre “saf, salak, sevgi böceği” geldiğini çok iyi biliyorum. Bunları duymaya çok alıştım artık. Ama gerçekten inatla vazgeçemiyorum, ya düşündüğümüz, kafamızda kurduğumuz gibi değilse bazı şeyler? Olamaz mı? Hiç mi ihtimal yok yani, bu kadar mı eminiz?

Bence farkında olmadan birbirimizi zehirliyoruz. Yaptığımız her analiz negatif bulutu daha da büyütüyor. Bileniyoruz içten içe. Etraftan etkilenen bir tipsen, ve bu ortamın içindeysen ayvayı yedin. Toparlanman zor. Sonrasında pişmanlık getirecek bir çok hamle yapabilirsin.

Konuştun mu? Sordun mu?

“Ama o öyle biriymiş, öyle diyorlar” E tamam, başkasına öyledir, sana öyle olmaz belki? Sen herkes misin? Hey Allahım..

Kadın beyni çok ilginç, anında seksen farklı senaryo üretmeye ve daha da tuhafı buna kendini inandırmaya çok müsait. Bence mükemmel bir yetenek bu. Kadın yaratıcı zaten, insan yaratıyor, içinden insan çıkıyor, düşünce mi yaratamayacak? Yapar tabi. Bu gücün farkında olup, kendini biraz daha yukarıda görse, sakin bir şekilde önce karşısındaki ile “konuşmayı” denese nasıl olur mesela? Bak çok basit, konuşmak. Baya açık açık hissettiklerini ifade etmek. Ücretsiz. Zahmetsiz. En kolay yöntem. Ve nedense, en çok kaçındığımız yöntem. Konuştun, tatmin olmadın aldığın yanıtlardan, o zaman başka. Ama ilk sorduğum şey bu tür durumlarda, “Konuştun mu? O hissettiklerini biliyor mu?” Belki o da bambaşka bir kafada, farklı bir algı yarattın orada istemeden? Savunmaya geçirdin karşındakini? Korkuttun belki? İstemeden de olsa bunu yaratmış olabilir misin?

Biz kadınlar genellikle yakın çevremize hep olumsuz vakaları anlatıyoruz. Yaşanan güzellikleri, iki kişi arasında paylaşılan o özel, o hiç paylaşılmayan anları anlatmıyoruz. Sonra ne oluyor? İster istemez çevremizde o kişi ile ilgili negatif bir algı yaratmış oluyoruz. Sen unutuyorsun, etrafın unutmuyor. Çünkü sen, yaşanan güzel anları da biliyorsun, ama onlar bilmiyor. Sen ölçüp tartıyorsun, kararını pozitif doğrultuda veriyorsun, onlar anlamıyor. Etrafında o negatif algı bulutunu yaratıp, sonra destek görmediğinde bozuluyorsun. Harika bir sistem, bizi tebrik ediyorum, gerçekten!

“Bir dur bakalım, bir sakinleşsin ortalık, güzelce konuşur anlarsın durumu”

“Peki olayın böyle olduğundan emin misin?”

“Yahu, belki gerçekten arkadaşıdır?”

“Tamam, belki dediğin gibi gelişti olaylar, olabilir, biraz zaman mı versen ona, bir düşünse o da?”

“Ama unutma, sana geçen hafta şöyle güzellikler yapmıştı? Bunu hiçe mi sayacaksın?”

“Kızım çıldırma, seni sevmese şunu bunu yapmazdı, hemen yerle bir etme adamı, bir sakinleş”

Grubunuzda bu cümleleri kuran bir tip var mı? Olmalı! Negatif bir durum yaşandığında yermeden dinleyen, işler yoluna girdiğinde gerçekten gönülden mutluluk duyacak birileri var mı? Olmalı. Nasıl olsa düzelirler kafası ile dinleyen, yermeden çözüme götürmeye yönelten bir arkadaşınız var mı? Olmalı.

Kadın güçtür, güçlüdür. Kadın seçilmez, hep seçer. Kadın yaratır. Kadın doğası gereği budur, böyledir.

Bunu biraz unutuyor muyuz acaba zamanla? Bir acizlik içine mi giriyoruz yaş ilerledikçe? Biraz panikle yol alıyor olabilir miyiz? Biyolojik saat, toplum baskısı vesaire?

Marilyn Monroe’nun sigarasını yakmak için yarışa giren gerçek beyefendileri, Sindrella’yı bulabilmek için tüm şehri karış karış gezen prensi unutmasak mı? Sanki bunu hatırlarsak, beylere de bir centilmen gibi davranma motivasyonu veririz? Sonra makamımıza çekilir keyifle izleriz olanı biteni.

Tamam, istersek her şeyi kendimiz yapabiliyoruz, ama bunun gayet farkında olarak biraz inisiyatifi onlara mı bıraksak?

Bence tüm kız arkadaş gruplarında böyle düşünen en az bir kişi olmalı. Varsın saf desinler, o kişi yine de yolundan şaşmamalı.

Hırçınca, hunharca yerle bir edilen ilişki dinamiklerini toparlayacak birileri muhakkak olmalı. Eğer yoksa, biz buna dönüşmeli, bu görevi & misyonu üzerimize almalı ve arabuluculuk yapmayı denemeliyiz gerekirse. Bak çok basit bir düşünce sistemi, yargıları bölüp parçalayıp bir kenara koyuyorsun, olaya yargısız bakmaya çalışıyorsun. Biraz analitik, biraz duygu odaklı. Ama basit.

Aksi takdirde eski kadınların “Kol kırılır, yen içinde kalır”, “Aman kızım, ele güne anlatma aile içinde olanı biteni” benzeri cümlelerine inanmak durumda kalırız. Bu devirde bunu yapmak kolay değil. N’apsın, içine atıp patlasın mı? Her insan paylaşmak ister. Her insan dertleşmek ister. Ama kiminle? Bunu doğru belirlemek lazım.

Yargısızca dinleyecek birine ihtiyacınız olursa ben buradayım ;)

Öptüm.

Sim

30 Aralık 2015 Çarşamba

Vizyonlama


Nisan 2017 – Ronin Danışmanlık’ta sıradan bir gün..

“Peki hiç mi zorlanmadınız kendiniz uçmaya karar verdiğinizde?”

“Biz mi? E zorlandık tabi. Çok hem de.

Özellikle ilk sene.. 2015’te..

Bir de bizim meslek bir garip. Ürün sensin. Ürünü satan sensin. Vizyon sensin. Her şey sensin. Müşterinin eline somut bir ürün vermiyorsun, danışmanlık dediğin bir acayip iş. Herkesin her şeyi en iyi bildiği (!) bu ülkede danışman olmak daha da zor.

İlk başladığımızda müthiş hevesli ve enerjiktik mesela. Aslandık. Kaplandık. İsim de Ronin malum, yöneticisi olmayan savaşçı. Böyle girdik olaya. Cin olmadan adam çarpmak falan değildi yaptığımız, Caner de ben de mesleğimizde yeteri kadar tecrübe sahibi, daha da mühimi, kendini sürekli yenileyen tiplerdik. Üstelik gençtik. Gençleşen işgücü ile ilerleyen ve kurumsal anlamda yaşlanan şirketlere taze kan olacaktık. En çok da buna güvendik. Kendimize.

İflah olmaz bir proje insanı olarak, tabi ki Ronin’in kuruluş aşaması en sevdiğim zamanlardı. Logoya karar ver, eğitim içeriklerini belirle, firma araştırması yap, web siteni kur, ofise taşın, eşi dostu bilgilendir. Müthiş zamanlardı!

Ardından maraton başladı. Bol bol iş ortaklığı, bol bol firma ziyareti. Keyifler yerinde! Arada bir iki iş de aldık o dönem, motivasyon tavan!

Sonra seçimler oldu Haziran’da. Seçim hükümeti kurulmuştu, hiç unutmam. Sanki tüm iş dünyası rölantiye düşmüş gibiydi, yaprak kıpırdamıyor. Hasbel kader kendimizi geçindirecek birkaç iş almıştık, buna da şükür deyip oturduğumuz zamanlardı. Kasım’da seçimler tekrarlandı. Eylül ortası-Ekim sonu resmen durmuştuk. Böyle sabit durduk. Randevu bile alamıyorsun, epey sinir bozucu bir durumdu. Hay Allah, yanlış zamanda mı atıldık vesaire diye düşünürken, illa ki bir telefon, bir bağlantı bir şey yüzümüzü güldürmeyi başardı. Hep endişelendik, ama endişelendiğimiz şeyler hiçbir zaman gerçek olmadı. O dönem ürün geliştirelim, yeni eğitimler yaratalım diye kafa yorduğumu, bolca araştırma yaptığımı hatırlıyorum mesela. Üretmeye devam edelim, demiri işletelim, piyasadan kopmayalım diye düşünüyordum.

Bir yandan da bu işlerle hiç alakası olmayan insanlardan gelen direnci yönetmeye çabalıyordum. Adam kurumsalın güvenli kollarında, kalkmış atıfta bulunuyor! Tek tek laf anlatıyorsun, sırf saygından. Sadece benim geçtiğim yollardan geçmiş insanların söylediklerini umursadığımı ve dikkate aldığımı hatırlıyorum. Çünkü zaten, bir tek onların yorumları mantıklı ve kayda değerdi. Her insan bir birey, herkesin bir fikri var, herkes paylaşsın elbette, ama herkesinkini ciddiye alamam J Mesela diyor ki, “Eee neler yaptın? Referansların kim?”. Tamam haklı. Ama bu öyle bir yaşam şekli ki, sonuçla birlikte süreci de iyi değerlendirmen ve anlaman gerekiyor. Süreç, sonuçtan çok daha keyifli. Sürecin güzel olsun, sonuç zaten geliyor. Anlat anlatabilirsen. Zor tabi. İlk aylarda özellikle.

Sonra, ilk kazığımı da 2015’te yemiştim. Ne gülmüştüm sonrasında ama! Bir inşaat firması. Tam 6 kere gittim. Yazıyla altı. İhtiyacı tespit ettik. Çözümü sunduk. İçerik değişikliği istedi, yaptık. Daha fazla rakamsal data istedi, sunduk. Sunum örnekleri istedi, gönderdik. Görüşmelerimiz haftalarca devam etti. Sonuç; yönetici beyefendi, bizden aldığı know-how’ı, yaratıcılığı, çözüm önerilerini bizden bir güzel aldı, tanıdığı eğitim firmasına iletti, “tam olarak bunu istiyorum” dedi ve işi onlara verdi. Benim emeğimi, bebeğimi, araştırmalarımı, fikirlerimi, her şeyi aldı, bambaşka birine verdi J

Önce bir sinirlenmiştim doğal olarak, sonra hemen geçmişti. Akşamına fıstık gibi kutlama yaptığımı hatırlıyorum. Neticede beyin benim beynim. Bilgi bende. Aktarım şekli bende. Takılma Sim demiştim. Böyle copy-paste gitseydi bu işler..

2015’te bir takım iş ortaklıklarımız oluşmuştu, en çok bu sistemi sevmiştim. Start-up, Start-up’ın en büyük destekçisi. Ne güzel projeler geliştirmiştik bu şekilde.. Pek alakasız gördüğün kimseler, sana mükemmel kapılar açabiliyordu o dönem. Aslında hala öyle.  Bunun sonu yok belli ki. Bu ortaklıkları yürütmek muhteşemdi, ama hepsi uzun vadeli maddi getiri sağlayacak projelerdi. Keyifle tırmalıyordum her gün, ama yeteri kadar kazanmıyordum mesela. Sanıyorum 2015 kış idi o dönem.. Ne ilginç zamanlardı.. Bir düşer, bir kalkardım.. Yorucuydu, özellikle psikolojik açıdan. Sağlam güç istiyor o dönemler..

Günlük yaşantımızın sekteye uğradığı ölçüde maddi sıkıntıya düştüğümüz günler de olmuştu. O dönem hafif çaplı isyanlar yaşadığımı hatırlıyorum.. “Her şeyi yapıyorum, bir çok insandan daha iyi olduğumu biliyorum, o halde neden olmuyor?” Fazla snob gelebilir kulağa, ama ben ilk İstanbul Kart’ımı da o dönem almıştım. İlk birkaç toplu taşıma denemesi zor gelmişti, sonra işin pratikliğine hayran kaldım, hala zaman zaman toplu taşıma kullanıyorum J

Bunları yaşayacağımı bal gibi biliyordum. Göze almıştım. Ayına kadar hesaplamıştım. Ölçüp biçmiştim. Yani yaşananları şaşkınlıkla karşılamamıştım aslında, hepsini biliyordum. Sadece teoriden pratiğe geçtiğinde ruh tepki veriyordu işte. Her değişim insanda direnç yaratıyor ilk başta. Ardından alışıyorsun J Şimdi gülümseyerek hatırlıyorum o günleri.

İsyan zamanlarımda beni sakinleştiren güzel insanlarım vardı, o anlamda çok şanslıydım. Her düştüğümde beni kaldırırlardı, bu yollardan bizzat geçmişlerdi. Onlar beni kaldırırken hep düşünürdüm, onlar düştüğünde onları kim kaldırıyor peki? Bu güç nereden geliyor? Şimdi daha net oturdu kafamda.. Onlara daha yakınım artık sanki..

Hatırladığım bir şey de, kurumsala dönmenin asla bir alternatif olmadığıydı mesela. Bu konuda çok keskindim. Çünkü kendimi tanıyordum, kurumsalın güvenli sularını özlediğim falan yoktu, eğer dönmeyi düşünsem, bunu sadece düzenli maddi gelir için yapardım. Yapmadım. Önceliğim hiçbir zaman para değildi o zamanlar, hala da öyle. Zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar kazanmak yeterliydi. Kurumsala dönseydim, maksimum 2 sene sonra yine içimde kımıldanmalar başlayacak, “Hadi Sim” diyecekti. Belki o zaman bu kadar tuzu kuru, bu kadar esnek olmayacaktım? O zaman neden pes etseydim? İyi ki etmemişim diyorum şimdi J

O zamanlar çok karışıktım. Günde seksen defa iniş çıkış yaşıyordum. Kendimi sürekli sahile atıyordum, yürüdükçe geçiyordu. Hem güzel kilo da vermiştim bunun sayesinde, ne güzel olmuştu.. Şimdi iyi ki diyorum. İyi ki bu kararı vermişim, iyi ki pes etmemişim, iyi ki kalbimi dinlemişim, iyi ki önüme çıkan yolda ilerlemişim..

Bak şimdi tam 2 yaşında çocuğumuz. Referanslarımız, eşi benzeri yapılmamış projelerimiz var. Büyüttük, sabırla ve keyifle. Evet zorlandık, ama kolay olan yolu var mı ki bu işin? Zengin kocamdan 3 çocuk yapıp ardından modacı olmayacağıma göre, kafam boş durmayacağına göre, içimdeki bilgi paylaşma aşkı susmayacağına göre, illa ki bir gün bu olacaktı.

Bak beni o günlere götürdün.. Anımsayınca gülümsüyorum farkındaysan ister istemez.. Şimdiki ben olarak, o günkü Simla’ya ulaşabilseydim eğer, ona büyük ihtimalle “Fazla endişelenme, yorulma, harika olacak her şey. Yaptıklarının tadını çıkarmaya bak, sen doğru yoldasın, aynen yolunda devam et” demek isterdim. Ama işte, bunlar hep yaşandıkça öğreniliyor.

Şimdi bu sene, 2017’de, yeni bir proje daha başlattık Caner ile. Bu yola girecek kişilere ulaşıp, onlara ücretsiz süreç danışmanlığı yapıyoruz. Ben motivasyonlarını yüksek tutmak için ipuçları veriyorum, manevi destek sağlıyorum. Caner de fizibilite ve finansal kısımlarla ilgileniyor. Bu sanki manevi borcumuz gibi hissediyoruz ikimiz de. Bize de müthiş faydası olacak bu projenin, yeni beyinlerden çok farklı bakış açıları kazanabiliyoruz.

Özetle; bir daha dünyaya gelsem, kesinlikle bir daha aynı yolu seçerdim. Çünkü bu yol, aslında bendim.  Yaşanan tüm zorluklarıyla, bütün iniş çıkışlarıyla, muhteşem bir karardı..”

Sim

(Gerçek yazım tarihi; 30 Aralık 2015J)